82. Venedik Festivali’nden notlar: Gerçek Frankenstein’lar aramızdayken!..
Çok beklenen bazı filmlerin düş kırıklığı yarattığını sık sık gördük. Bu tanıdık duyguyu bir kez daha yaşıyoruz.
Guillermo del Toro (1964) gibi, iki kültür arasında başarılı köprüler kurmuş yetenekli bir usta yönetmen, neden Netflix’in ısmarladığı, bilmem kaçıncı Frankenstein öyküsünü, kendine özgü lezzetli bir sosla sunuyor olsa da, yeniden ısıtmaya soyunur?
Önüne konulan ciddi maddi olanakları dilediği gibi özgürce kullanmayacağını tahmin edememiş olabilir mi?
Del Toro gibi farklı kültürel köklerden beslenerek Hollywood sinemasına uyum sağlamayı başaran Yorgos Lanthimos, iki gün önce Lido’da yapılan basın toplantısında şu gerçeği çok iyi özetliyordu: “Bugün, Amerikan sinema endüstrisinin büyük yapım koşulları içinde bağımsız filmler çekebilmek, giderek imkânsızlaşıyor”…
Halbuki, mizansen cambazı Meksikalı yönetmen, fantastik boyutu zengin düş gücüyle, Mary Shelley’in (1797- 1851) romanına sadık bir senaryo eşliğinde sahneye konulan bu yeni “Frankenstein” filmi için, kâğıt üzerinde, “özellikle biçilmiş kaftan” gibi gözükmekteydi… Ancak büyük yapımların kârlılık kuralları yanında, Netflix izleyicisi için fazla incelikli olmaması beklenen anlatım biçimi nedenleriyle olsa gerek, Guillermo del Toro, 2017 yılında “The Shape of Water” ile burada ve Oscar yarışında kazandığı başarıları bu kez herhalde yineleyemeyecek.
Temelde kendisi bir canavar olan doktor Victor Frankenstein’ın, laboratuvarda can verdiği dev yaratık Victor’un fantastik gücü ve iyilik dolu yüreği, filmdeki adil mutlu sonu bugün yeniden yaşatmak için kuşkusuz çok yetersiz kalacak.
Çünkü bugün, o kıtadan bu kıtaya, halkların çoğunluğunun oylarıyla, ya da çoğunlukların tepkisizliğiyle önleri açılan gerçek canavar iktidar düşkünleri karşısında durabilecek “iyi niyetli düşsel canavarlar” pek yok artık…
TOPLUMSAL VE EKONOMİK ŞİDDET…
Altın Aslan yarışının başka bir adayı, Güney Kore sinemasının beklenen adı Park Chan-wook’ta (1963) beklendiği kadar inandırıcı değildi. “Başka Seçenek Yok” adlı filmi, temelde Kore toplumuna iyi uyarlanmış bir remake’ti üstelik… Fransız yönetmen Costa-Gavras’ın (1933) yirmi yıl önce, Amerikalı yazar Donald E. Westlake’in (1933- 2008) romanından esinlenerek çektiği “Le couperet” adlı filmin güncelliğini yitirmeyen konusu, Güney Kore toplumunun kültürel ve toplumsal farklılıklarına çok iyi uyarlanmış: Kâğıt sanayinde çeyrek yüzyıldır yönetici olarak çalışan mühendis, kârlılığı arttırmak amaçlı personel azaltma politikası gereği işten çıkarılınca, düzenli pembe yaşamı altüst oluverir; aile ilişkileri gerilir. Bunalıma girmesi kaçınılmazdır…
Toplumsal ve ekonomik şiddet, onu yeni bir iş bulabilmek için rakiplerini ortadan kaldırmaya karar vermeye dek sürükleyecektir…
Güçlü canavarların çaresiz zavallı canavarlar ürettiği bu küresel düzen(sizlik) içinde, hep birlikte bataklığa saplanıp durmuyor muyuz zaten?