Ayşe Naz Yardımcı’nın ‘Pinhan’ isimli sergisi, 18 Eylül’de Kethüda Hamamı’nda: Sessiz bir diyalog

Ayşe Naz Yardımcı’nın ‘Pinhan’ isimli sergisi, 18 Eylül’de Kethüda Hamamı’nda: Sessiz bir diyalog

İstanbul’da sanatçı bir ailenin içinde doğan Ayşe Naz Yardımcı’nın annesi, anneannesi ve halası da ressam. Küçüklüğünden itibaren boyalar, fırçalar ve çizim malzemeleriyle iç içe bir yaşam süren Yardımcı, 13 yaşında İngiltere’de yatılı okulda eğitimine başlayıp burada beş yıl boyunca sanat, tekstil, sanat eleştirisi ve psikoloji dersleri aldı. Sanatsal yolculuğu tiyatro ve fotoğrafla başlayıp zamanla çizim, kolaj, baskı, tekstil, heykel ve yerleştirme gibi farklı disiplinlere evrildi.

Sanatçının tarihi Kethüda Hamamı’nda 18 Eylül’de açılacak “Pinhan” başlıklı sergisi ise izleyiciyi fiziksel ve düşünsel bir keşfe davet ediyor. Sergi, sanatçının yağlıboya resim ve heykel çalışmalarıyla bireysel ve toplumsal kültürel hafızaya ilişkin katmanlı bir anlatı sunuyor. Sanatçının eserleri sezgisel ve deneysel üretimini yansıtarak beden, kimlik, aidiyet ve hafıza gibi kavramları ele alıyor. Sergi 24 Eylül tarihine kadar Kethüda Hamamında ziyaret edilebilir. Ayşe Naz Yardımcı’ya hem sergisini hem de sanat anlayışını sorduk.

RESME YANSIYAN İSTANBUL

* “Pinhan” serginiz ismiyle birlikte nasıl bir bütün oluşturuyor? “Pinhan” kelimesiyle ilk kez Fazıl Say’ın “İnsan İnsan” bestesi aracılığıyla karşılaştım. Muhyiddin Abdal’ın dizelerinden beslenen bu eser, insanın kendi varlığını sorguladığı, içindeki derinliklerle yüzleştiği bir yolculuğa işaret ediyor. Bu bestede içimde yankı uyandıran bu arayış, resimlerimdeki sessiz yolculukları anımsattı. “Pinhan” kelimesi, gizli ve saklı olanı işaret ediyor. Aslında hem kendimizden sakladığımız hem de belki farkında olmadığımız için tesadüfen yakaladığımız bir şeyi… Benim içinse, resimlerimi yaparken keşfedip soluklandığım bir derinlik anlamına geldi. Bu yüzden sergiye bu ismi verirken yalnızca bir sözcük değil, resimlerimin içimde buluştuğu gizemi de keşfetmiş oldum.

* Özel bir mekânda serginizin açıldığını da düşünürsek, İstanbul’un katmanlı kültürel dokusu sizi nasıl besliyor? İstanbul, benim için bir şehirden çok bir “palimpsest”, üzerine sürekli yeni katmanlar eklenen ve eskileri tamamen yok olmadan, defalarca inşa edilen bir yazı dili gibi geliyor bana. Bizans’ın taşlarının üzerine Selçuklu dokusu, ardından Osmanlı mimarisi derken modern çağın binalarıyla devam eden, her köşesinde bir öncekinden izler taşıyan bir şehir İstanbul benim için. Kalamış’ta büyümenin getirdiği, şarkılara konu olan o huzuru hâlâ, nispeten sakin bir deniz kıyısında hissedebiliyorum. Moda’nın sokaklarında ise Kadıköylü olmanın, semtimizin direnerek ayakta kalmaya çalışan güzel esnafıyla gündelik hayatın samimiyetini yaşayabiliyor olmanın kıymetini biliyor, kendimi şanslı hissediyorum. Vapurla geçtiğim Boğaz ise iki kıtanın yalnızca coğrafi değil, ruhsal bir birlikteliği gibi geliyor bana. İstanbul’u her deneyimlediğimde, sanki katman katman bir kolajın içine giriyor ve belleğimi de bu kolaja bir malzeme olarak ekliyorum. Resimlerime yansıyan da işte bu çoksesli ve katmanlı yapı.

‘BENİM İÇİN BİR AYNA’

*Üretimlerinizde hangi kavramları ele alıyorsunuz ve neden? Benim için resim, bir kavramı temsil etmekten çok, bir içsel akışa teslim olup yaşadıklarımı bir ayna gibi yansıtmak. Atölyemde tuvalin karşısına geçtiğimde zihnimde hazır bir tema olmuyor. Yaşadıklarım, duyumsadıklarım, sezgilerim fırçanın ucunda kendi yolunu buluyor. Bu yüzden işlerim bir tür içsel arkeoloji: Katman katman belirdikçe, bilinçaltında yer açıldıkça yeni duygular ve anlamlar ortaya çıkıyor. Belki de bu nedenle “Hangi kavramları ele alıyorsunuz?” sorusunun cevabını, bitmeyen ve sürekli keşfetmeye devam eden bir süreç içinde buluyorum. Bazen resimlerim benden önce davranıyor; ben ise yalnızca onların gün yüzüne çıkmasına aracılık ediyorum