Ana sayfa Analiz AB’de koltuk siyaseti: Dağılma mı, yeni başlangıç mı?

AB’de koltuk siyaseti: Dağılma mı, yeni başlangıç mı?

807
0

Geçtiğimiz 23-26 Mayıs tarihleri arasında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, bazı sonuçlar bir kenara bırakılırsa, esas itibarıyla seçimlerden önce beklenen tahminlere yakın sonuçlar elde edildi. Sonuçlar, önümüzdeki beş yıl için Avrupa’nın siyasi açıdan pek çok çalkantıya gebe olduğunu gözler önüne seriyor.

Aşırı sağ AB içerisinde

Seçimlerden önce en çok merak edilen konulardan biri Avrupa’daki aşırı sağın alacağı sonuçların ne olacağı sorusu idi. Seçim öncesi yapılan tahminlerde aşırı sağcı partilerin oylarını ikiye katlayacağı tahminleri yapılıyordu. Sonuçlar, aşırı sağ partilerin oylarını en az yüzde 50 oranında artırdığını ortaya koydu. Seçim öncesi ortaya atılan iddialarda, seçime katılımın artması halinde, aşırı sağcı ve AB karşıtı partilerin güç kaybedeceği ifade edilmiş ve seçim kampanyalarında da bu konu işlenmişti. Ancak seçim sonuçları, artan aşırı sağ ve AB karşıtı oyların seçime katılımla doğrudan bir ilgisi olmadığını ve ülkesel bazda yerleşen aşırı sağ siyasi hareketlerin Avrupa sathında da politikayı etkileyecek derecede yerleşik bir güce kavuştuğunu gösteriyor.

 AB hükümet başkanlarının yeni yönetici kadronun seçiminde bu kadar acele etmelerinin asıl sebebi, geçen hafta toplanıp İtalyan Sassoli’yi Parlamento başkanı seçen AP’nin kendi içinden bir başkan adayında anlaşmasının önüne geçmekti.

Seçimden sonra toplanmaya başlayan AB parlamentosundaki bloklar da yeniden şekillendi. Seçim öncesi birlikte hareket edeceklerini açıklayan Uluslar ve Özgürlükler Avrupası (ENF) ve Özgürlükler Avrupası ve Doğrudan Demokrasi (EFDD)’den bazı partiler bir araya gelerek 73 vekille kısaca “ID – Kimlik ve Demokrasi” (Identity and Democracy) adıyla yeni bir blok oluşturuldu. Sayı olarak AB parlamentosunda beşinci grubu oluştursa da, İtalya’dan Lega Nord, Fransa’dan RN, Almanya’dan AfD ve Avusturya’dan FPÖ’yü bünyesine katması, bu bloğun siyasi etkisinin artık sadece ülkesel düzeyde değil, Avrupa düzeyinde de etkisinin olacağını gösteriyor demek yanlış olmayacak. Aşırı sağ ve AB karşıtı bloklar, resmi olarak tek bir blok halinde hareket etmese bile pek çok kararda parlamentodaki dengeleri değiştirecek durumda.

Seçim sonuçlarının en büyük sürprizlerinden biri, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından organize edilen ve geçtiğimiz dönemlerde pek etkisi olmayan Renew, eski ismiyle ALDE&R Liberal bloğun oldukça önemli bir sayıyla parlamentoda temsil edilecek olması. Yine Yeşiller bloğunun oylarındaki artışa bakılacak olursa, bu bloğun da Liberal blok gibi, uzun zamandır Halkçı partiler bloğu EVP ile Sosyal Demokratlar S&D’nin hakimiyetinde olan AB parlamentosunda yeni oluşan sandalye sayısına göre kilit bir rol üstleneceği kesin görünüyor.

Demokratikleşme ve çoğulculuk sözde

Demokratik ve çoğulcu bir AB vaadi, Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine katılan partiler ve blokların, liste başı adaylarla yarışarak seçmenin AB yönetimindeki etkisini artıracağı vaadi, 2019 AP seçimlerinin en belirleyici etkenlerindendi. Bu vaat ve söylemleri kullanan bloklardan özellikle S&D Hollandalı Timmermans’ı ve EVP’den Alman Manfred Weber’i iddialı bir şekilde sahaya sürdü. Ancak AP’deki partilerin blok halinde hareket etmesine rağmen, gerek S&D gerek EVP ortak bir seçim kampanyası yürütemedi. Blokların ve liste başı adayların seçim vaatleri de farklılıklar gösterdi. Hatta liste başı adayların söylemleri kendi bloklarının söylemlerinden farklılıklar gösterdi. Bu sebeple liste başı adayların seçim sürecindeki etkileri kendi ulusal sınırlarını aşamadı. Hatta Almanya Bavyera’da kurulu bulunan Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisinden olması sebebiyle Weber’in de liste başı olma etkisi Bavyera ile sınırlı kaldı.

Komisyon başkanının demokratik yollarla seçilmesini savunan seçmenler ve sivil toplum örgütleri, AB organlarının, milli çıkarlarla, lobi gruplarına teslim olduğunu ve seçmeni, gerçek Avrupalıyı kimsenin düşünmediğini ifade ediyor.

Seçim öncesi gerek Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, gerekse de AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’ın, görev süresi sona eren AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in yerine gelecek olan kişinin mutlaka seçimle gelen liste başı adaylardan olması gerekmediğini, hükümetlerin de aday gösterebileceğini ifade etmeleri, seçim heyecanı içinde dikkate alınmadı. Ancak S&D ve EVP bloklarının oy kaybı yaşamaları ve AP’deki sandalye sayılarında önemli bir kayba uğramaları, karar almada önemli olan mutlak çoğunluk sayısı 376’nın altında kalarak seçimleri kaybetmeleri, gerek Macron’un gerekse Tusk’ın tehditlerinin boşa olmadığını gösterdi. Başına geleceği anlaması uzun sürmeyen Manfred Weber, büyük ümitlerle çıktığı AB Komisyonu başkanlığı yolunda havlu atmak zorunda kaldı. EVP liste başı pozisyonundan da çekilen Weber, AP başkanlığına dahi aday olmayarak, ilk 2,5 yıllık dönem için, arabulucu ve rahat kişiliğiyle tanınan İtalyan sosyalist David Sassoli’nin seçilmesini sağladı.

Komisyon başkanlığına sürpriz aday: von der Leyen

Daha seçim sonuçları açıklanmadan Weber ve Timmermans’ın AB Komisyonu başkanlığı için şanslarının sıfıra inmesi, seçim sonrası ise hükümet başkanlarından gelen tepkiler üzerine Weber’in durumu görüp AB Komisyonu başkanı adayı olmayacağını duyurması, hükümet başkanlarını AB Komisyonu başkanının kim olacağı konusunda ilk etapta göstermelik bir telaşa soksa da, Osaka’daki G20 zirvesi çerçevesinde AB üyeleri arasında ayak üstü yapılan görüşmeler ve sonrasında Brüksel’de süren görüşme maratonları neticesinde tüm Avrupa’nın sürpriz olarak karşıladığı Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen bir anda AB Komisyonu başkanı adayı olarak ilan edildi. Von der Leyen için bile sürpriz olan bu karar, esasında, bu işin arka planındakiler için şaşırtıcı değildi. Hükümet başkanlarının bu kadar acele etmelerindeki esas sebep ise geçen hafta toplanıp İtalyan Sassoli’yi Parlamento başkanı seçen AP’nin kendi içinden bir AB Komisyonu başkanı adayında anlaşıp ortaya sürmesinin önüne geçmekti.

Von der Leyen’in AB Komisyonu başkanı olarak aday gösterilmesi hayli ilginç şekilde gelişen bir olay. Görüşmelerin arka planını takip edenler, von der Leyen isminin Macron ve Tusk tarafından ortaya atıldığı ve Merkel’in de evet demek zorunda kaldığını söylüyor. Fakat, seçimlerden yaklaşık bir yıl kadar öncesinden beri, Merkel ve yakın çevresinde, AB Komisyonunda görev alacak iki kişiden biri olarak Ursula von der Leyen isminin geçtiği ifade ediliyor. Von der Leyen’in ismi, Komisyon başkanlığı için olmasa da Komisyon üyesi ya da AB dış ilişkiler sorumlu komiseri olarak geçiyordu. Diğer isim ise Alman Şansölyesi Merkel’in en güvendiği isimlerden biri olan Peter Altmeier. Fransa Başkanı Macron’un, eğer Liberal kanattan birini AB Komisyonu başkanı olarak seçtiremezse, alternatifinin uzun zamandan beri von der Leyen olduğu ve bunu değişik zamanlarda Merkel ile yaptığı görüşmelerde dile getirdiği ifade ediliyor. Ancak asıl konuşulan ise AB başkanlıklarındaki görev dağılımlarında İspanya, Macaristan ve Polonya’yı ikna eden Merkel’in başında beri kafasında olan ismi, Tusk’ın da desteği ile Macron’a kabul ettirdiği yönünde.

Alman generaller sevinçli

AB Komisyonu başkanlığı için aday gösterilen von der Leyen’e yönelik tepkiler iki yönde kendini gösterdi. İlki, Komisyon başkanının demokratik yolla seçilen liste başı adaylardan biri olmaması sebebiyle başta halihazırdaki AB Konseyi Başkanı Tusk ve diğer hükümet başkanlarına yöneltilen ciddi eleştiriler olması, ikincisi ise Ursula von der Leyen’in kişiliği ile ilgili. Von der Leyen uzun süredir Merkel hükümetlerinde görev yapıyor ve eleştirilerin başında görev yaptığı bakanlıklarda gösterdiği düşük performans geliyor. Almanya Savunma Bakanlığı’nın sürekli skandallarla gündeme gelmesi, von der Leyen’in AB Komisyon başkanlığı gibi ağır bir görevin üstesinden gelip gelemeyeceği hususunu tartışmalı kılıyor. Ancak, von der Leyen’in uluslararası bağlantıları ve Fransızca biliyor olması, Macron’un von der Leyen’in adaylığına itirazının önüne geçen bir avantaj olarak görülüyor. Von der Leyen’in AB Komisyonu başkanı olması durumunda en çok sevinecek kişilerin ise Alman ordusundaki generaller olduğu esprili bir şekilde konuşuluyor.

Von der Leyen’in adaylığına en yoğun tepki ise Alman Sosyal Demokratlarından geldi. Demokratik bir şekilde seçilen liste başı adaylardan birinin olmayışı Bundestag’daki Sosyal Demokrat Partili (SPD) vekilleri oldukça kızdırdı. Hatta hükümetten çekilme tehditleri dahi ortaya atıldı. Merkel’in von der Leyen ismini koalisyon ortakları arasında görüşmesi ve ondan sonra karara bağlaması gerektiği, ancak onun böyle yapmayarak Komisyon başkanlığı adayı için tek başına fikrini açıkladığı ifade edilerek, bunun Almanya’da koalisyonu bozmak için yeterli sebep olduğu dahi söylendi. Ancak CDU Genel Başkanı Anegret Kramp-Karrenbauer’in, “50 yıl sonra gelen Almanya’dan bir AB Komisyonu başkanının görev alma şansına SPD’nin hayır diyeceğini sanmıyorum” ifadesi koalisyon ortağı SPD’yi iyice köşeye sıkıştırdı. Avrupa Parlamentosu’na seçilen S&D grubuyla Alman Sosyal Demokratlarının ulusal çıkarlarla siyasi görüşleri çatıştığında nasıl davranacakları ise halen bir soru işareti. AP içindeki Yeşiller grubu da von der Leyen’i dinlemeden karar vermeyeceklerini ifade ettiler. Von der Leyen de, Yeşiller’den ya da gösterecekleri isimlerden bir ya da ikisini AB Komisyonunda üye olarak yanına alabileceğini ifade etti.

Milli menfaatler mi, Avrupa menfaatleri mi?

Sürpriz gibi görünen ancak aslında hiçbir sürpriz tarafı olmayan aday belirleme sırasında, sürecin demokratik kriterlere uymadığını söyleyenler dahi birkaç gün içerisinde fikir değiştirerek, von der Leyen’in tanıtım toplantılarına katılmaya ve onu dinlemeye karar verdiler. Parlamentonun bile tavır değiştirmesine rağmen asıl ağır eleştiri, Avrupa çapında çoğulculuk, göç ve iklim konusunda faaliyet gösteren çeşitli sivil toplum örgütlerinden geldi. Komisyon başkanının demokratik yollarla seçilmesini savunan seçmen ve sivil toplum örgütleri, AB organlarının, milli çıkarlarla, lobi gruplarına teslim olduğunu ve seçmeni, gerçek Avrupalıyı kimsenin düşünmediğini ifade ediyorlar. Brüksel’de halihazırda 20 bine yakın lobici çalışanın olduğu düşünülürse, hem AP’nin hem de Komisyonun bu durumdan çok önce lobicilere teslim olduğunu ifade etmek mümkün.

Von der Leyen için haftaya AP’de oylama yapılacak ve bu oylamada AB Komisyonu başkanı olabilmesi için mutlak çoğunluk olan 376 sayısına ulaşması gerekiyor. AP içerisindeki yeni oluşan sandalye dengesine göre mevcut durumda bu sayıya ulaşması zor görünüyor. EVP ve S&D’nin tam destek vermesi halinde dahi bu iki bloğun oyları mutlak çoğunluğu sağlamaya yetmiyor. Macron’un von der Leyen’e desteği düşünülürse, Liberal bloğun destek vermesi gayet normal görünüyor. Ancak, Sosyal Demokrat blok içinden ve Halkçı blok içinden de von der Leyen’e karşı temsilcilerin ve ülkelerin olduğu düşünülürse, aday belirleme sürecindeki İspanya, Fransa, Almanya, Macaristan ve Polonya’nın birlikte hareket etmesinin anlamı daha da iyi anlaşılıyor. EVP bloğunda, Manfred Weber’in başı çekmesiyle bloktan dışlanan Macaristan Başbakanı Orban’ın partisi Fidesz’inin, AB karşıtı Avrupa Muhafazakarları ve Reformcuları (EKR) bloğunun ve ABD’nin AB içindeki “Truva atı” olarak görülen Polonya’nın hükümetteki Hukuk ve Adalet (PiS) partisinin oyları bu durumda oldukça önem kazanıyor. Aday belirleme süreci, iki sağcı popülist partiyi, EVP ve S&D bloğuyla birlikte hareket etmeye itiyor. Daha doğrusu Macron ve Merkel, Macaristan’dan Orban ve Polonya’dan Kaczinsky’nin desteklerine ihtiyaç duyuyorlar.

Yeni Komisyonun üstesinden gelmesi gereken konulara baktığımızda Juncker döneminde komisyon gündeminde olan, ortak savunma ve güvenlik konusu, daha doğrusu “Birleşik Avrupa Ordusu” fikrinin gerçekleştirilmesi en tartışmalı konulardan birini oluşturuyor. Aynı şekilde, yükselişte olan aşırı sağ ve AB karşıtlığı ile AB üyesi ülkeler arasında gittikçe derinleşen ayrışmalar büyük bir tehdit olarak halen ortada duruyor. Satır aralarındaki ifadelerinde zaman zaman “Birleşik Avrupa” fikrini savunan von der Leyen’in seçilmesi halinde bu sorunların üstesinden nasıl geleceği ciddi bir merak konusu.

AB içerisinde Komisyon başkanlığı gibi oldukça önemli bir göreve gelecek kişinin belirlenmesinde yaşananlar, ortaya birçok sonuç çıkarıyor. Bunlardan ilki, AB içerisinde çoğulculuk ve demokratikleşmenin gerçekleşmesini sağlayan organ olarak görülen Avrupa Parlamentosu’nun etkisiz hale getirildiği görüntüsü ve Komisyona Parlamentonun üzerinde bir rol biçilmesidir. Bir diğer husus ise AB içinde öteden beri var olan ülke gruplaşmalarına farklı bir boyut kazandırmasıdır. Yeni oluşacak Komisyon yapısı ve AB’nin sorunlara yaklaşımı, uzun süredir devam eden her üye ülke için bir komisyon üyeliği uygulaması gibi, küçük ülkeleri de karar alma mekanizmasından dışlamayacak bir çözüm önerisinin sıklıkla dillendirilmesine yol açacak.

Avrupa Parlamentosu ise demokratik ve çoğulcu Avrupa için kendisine verilen kurumsal rolü kaybetmemek için, partilerin ve blokların savundukları ülkesel menfaatlerden çok, AB’nin temel kurumsal yapılarına odaklanacak mekanizmalar geliştirmek zorunda.

[Muhterem Dilbirliği Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde çalışmalarını sürdürmektedir]



Anadolu Ajansı web sitesinde, AA Haber Akış Sistemi (HAS) üzerinden abonelere sunulan haberler, özetlenerek yayımlanmaktadır. Abonelik için lütfen iletişime geçiniz.